İZMİR’E NEDEN
GAVUR İZMİR DENDİ
Osmanlı
devletinin varlığını ve toprak bütünlüğünü Avrupa devletlerinin güvencesi
altında korumak amacıyla Avrupa devletler konseyi’ne katılmak için Tanzimat
Fermanını yayımlamış. Kırım savaşı’na girmiş, Islahat Fermanı yayımlamış. Saint
George Hıristiyan Tarikat’ına üye yazılmış. Hıristiyanlığı koruyacağına ilişkin
ant içmiş. Garter Haçlı şövalyesi bile olmuşken, Avrupa Devletleri “Osmanlı’nın
toprak bütünlüğünü koruruz, ancak bizim uyruğumuzdaki kişilere Osmanlı
ülkesinde Osmanlı yasalarına bağlı olmaksızın toprak satılması koşuluyla” diyerek,
verdikleri toprak bütünlüğünü koruma güvencesini geçersiz kılacak ve kendi
uyruklarına Osmanlı ülkesinde devlet içinde devlet oluşturacak bir istemi
dayatıyorlardı.
“Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi” kitabında
Orhan kurmuş, daha yabancılara toprak satışı için gerekli devletlerarası
düzenlemeler yapılmadan önce, Ege bölgesinin neredeyse İngiliz sömürgesine
dönüştüğünü belgelendirmişti. Buna göre İngilizler İzmir’in Frenk mahallesinde,
Bornova’da, Buca’da kendi özel okullarını kurmuş, futbol sahası, bisiklet pisti,
vs. yaptırmış; kraliçe Viktorya’nın doğum günü İzmir’de neredeyse resmi tatile
her yana İngiliz bayrakları asılarak törenlerle kutlanıyordu. Yerli Rum ve
Ermeni’lerle ticari ağ kuran İngilizler Ege’ye yerleşmiş, örneğin Whitall’ler
tarım, sanayi ve madencilikteki egemenliklerini İzmir’den Mersin’e dek
yaymışlardı. Öyle ki Sir James Whitall ,“İlk adım demiryolları yapmak olmalı.
Bu Demiryolları İngilizler tarafından yapılacak, İngilizler tarafından işletilecek,
İngilizlerin malı olacak. Çok karlı olacaklar ve şimdiye kadar tarıma açılmamış
bölgeleri çok verimli yapacaklar. Demiryolu şirketleri küçük muhtar Cumhuriyet’ler
şeklinde gelişecek” diyordu.
1860’ta bütçesi
250 milyon frank açık veren Osmanlı borç almak üzere İngiltere’ye başvurmuş ve
İngiliz konsolosu, Büyükelçi Sir Henry Bulwer’e gönderdiği raporda: “bölgenin
genel durumu gün geçtikçe iyileşmekte… Ancak bu iyileşmeden yararlananlar
Türkler değil, onları soyup soğana çeviren Hıristiyanlar… Gülhane Hattı
Şerifi’nin öngördüğü reformlarla beraber Hıristiyanlar tarımla ilgilenmeye
başladı ve yeni gelenlerle birlikte sayıları her geçen gün daha da arttı.
Askerden dönen Türkler köylerini, kentlerini tanımayacak kadar değişmiş buldular.
Her yerde Türk’lerin yerini Hıristiyanlar alıyordu. Eskiden olduğu gibi
tarlalarını işlemek isteyen Türkler, anında Hıristiyan bir tefecinin pençesine
düşüyor ve eninde sonunda toprağını satmak zorunda bırakılıyor. Talihlerini başka
yerde denemek isteyenlerin toprakları ise gene Ermeniler, Rumlar veya Frenkler
tarafından yok pahasına satın alınıyor. Bu yolla toprak sahibi olan yabancılar
arasında, içerlerde büyük çiftlikler satın almış yedi İngiliz vatandaşı daha var.
İzmir yakınlarındaki bütün topraklar yabancıların eline geçtiği gibi daha
uzaklardaki köylerde de Türkler topraklarını yabancılara satıyorlar.” Diyordu.
İngiliz konsolosu,
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir İngiliz yarı-sömürgesi olmaktan öte, tam sömürge
olmaya doğru gidişini 1860 tarihli bu raporunda açık seçik anlatmıştır.
Abdülmecit bu
olaydan bir yıl sonra 1861’de, Osmanlı Devleti’nin varlığını ve toprak
bütünlüğünü Avrupa devletletlerinin güvencesi altında korumak amacıyla Osmanlı
devletini Avrupa Devletler Konseyi’ne sokmayı başarmıştı. Fakat bunun sonucu
olarak Osmanlı devletini Avrupa’nın Yan-sömürgesi haline getirmiş, kendisi de
bu uğurda Hıristiyan Tarikatına yazılıp Haçlı Şövalyesi olmuş bir Halife –Padişah
olarak öldü.
Yerine geçen Abdülaziz
de Abdülmecit’in yolundan yürüyerek, Osmanlı’nın devlet politikası değişmeyecekti.
Abdülaziz döneminde de topraklar satılmaya devam etti.
Düşünce şuydu:
Uzak doğu, Ortadoğu ve Akdeniz bölgesine egemen olan İngiliz ve Fransızlar,
Rusya’nın bu bölgelere yayılmasını istemiyorlar. Öyleyse İngiliz ve
Fransızların Rusya’nın buralara yayılmasını önlemek için Osmanlı devletini
ayakta tutup güçlendirmeleri gerekir. Bu durumda Osmanlı ancak İngilizlerin
Fransızların her istediklerini yerine getiren bir devlet olursa parçalanmayacak
ve ayakta kalacaktır. Yaşamasını sürdürmek için gereksindiği her şeyi
İngilizlerden Fransızlardan isteyecektir. Abdülaziz’in Abdülmecit’ten devraldığı
bu devlet politikası, yabancılardan borç almak ve bunun karşılığında
yabancılara toprak satışında bulunmak noktasında düğümleniyordu.
Abdülaziz’in
çıkarttığı 10 haziran 1867, “7 Safer Kanunu”
“Tebaayı Ecnebiyenin Emlâke Mutasarrıf olmaları Hakkındaki Kanun” Osmanlı
ülkesinde toprak satın alma hakkı bu kez Avrupa devletlerinin istediği
çerçevede tanınmıştı (Yani, her hangi bir ihtilaf olursa Avrupa kanunlarına göre halledilecekti.)
Orhan
Kurmuş’un belgelediği üzere İngiliz uyruklulardan 1857–1892 arası A.D. Clarke Kuşadası’nda
72.000 dönüm. Gmeredith, Aydında 12.000.dönüm. J.H.Hutchinson Tire’de 1.556 dönüm.
W.G.Maltass 122.592 dönüm. Fwitall Tire’de 18.868 dönüm. G.Minardo 8.800 dönüm.
R.Wilkin 130.228 dönüm. A.S.Perkins Bornova’da 16.360 dönüm. D.Baltazzi 247.000 dönüm. (toprak alanların
isimleri miktarları devam ediyor)
Buca, Aziziye,
Nazillide, İzmirde, Bergamada, Torbalı’da, İngilizlerin salt Batı Anadolu’da
satın aldığı topraklar 3 milyon dönüme yaklaşıyordu. Bu sayılara diğer
yabancılar katılınca, yabancıların aldığı topraklar 5-6 milyon dönüme ulaşıyordu. MÜSLÜMANLAR
İZMİR’E bu yüzden “Gavur İzmir” demeye
başlamışlardı.
Günümüz
Türkiye’sinde Avrupa birliğine girmek uğruna yabancılara toprak satıldığını
gördükçe, 140 yıl önce Osmanlı’nın Avrupa devletler Konseyine girmek uğruna
düştüğü tuzağa, 140 yıl sonra Cumhuriyet Türkiyesi’nin de düşürüldüğünü
söylemeden geçemiyoruz.
Abdülaziz “7
Safer Kanunu” nu çıkarır çıkarmaz Yahudiler Filistin’de toprak satın almaya
başlamış İsrail Devleti’nin temelleri, Sultan Abdülaziz döneminde çıkartılan bu
yasayla atılmıştı. Tıpkı günümüzde İsrailliler GAP yöresinde toprak satın
aldıkları gibi. Abdülaziz yabancılara toprak satın alma yasasını çıkarttıktan
sonra 21 Haziran 1867’
de Avrupa gezisine başladı. Her gittiği yerde alkış ve övgülerle ağırlanıyordu.
Osmanlı kasası
tamtakırdı. Devlet memurlarının, askerlerin, Subayların aylıklarını bile
veremez olmuştu. Yeni borç arayışıyla Avrupa’da kapı kapı dolaşan Abdülaziz’e,
çıkardığı toprak satış yasası onuruna, İngiltere Kraliçesi Viktorya, bir diz
bağı nişanı takarak onu Hıristiyanlığa hizmet eden Garter Şövalyesi ilan
ediyordu.
Abdülmecid’ten
sonra-eb Bir Halife’ye daha-eb, Hıristiyanlığı korumakla yükümlü bir şövalyelik
sınıfının üyeliği veriliyordu. Windsor kalesi’nin St. George Kilisesinde baş
rahibin huzurunda gerçekleşmesi gereken bu tören belki de bu hassas sebepten
dolayı kraliçe ile teftişe gittiği amiral gemisi Victoria And Albert yatının
güvertesinde gerçekleşti.
Lonra Belediyesi
de bu ziyaretin anısına iki sene gecikmeyle de olsa bir hatıra madalyonu bastırmıştı.
Ön yüzünde sultan Abdülaziz’in profilden portresinin işlendiği madalyonun arka
yüzünde de zarif bir dostluk mizanseni resmedilmişti.
Avrupa basını’nı yakından izleyen
gayrimüslim Osmanlı uyrukları Padişah Abdülaziz’in de tıpkı Abdülmecit gibi
Paris’te Fransızlardan Legion d’Honeur nişanı alıp, İngiltere’de Saint George Hıristiyan
tarikatına mürit yazıldığını ve Garter Haçlı Şövalyesi yapıldığını çabucak
öğrendiler. Dönüşünde onu coşku ve sevinçle karşılamışlar, her gayrimüslim
cemaat İslam Halifesi iken Haçlı Şövalyeliğine geçen bu Osmanlı Sultanı’na
mühürlü imzalı şükran ve bağlılık yazılarını sunmuştu.
MÜSLÜMAN TÜRK
OSMANLI HALKI İSE HALİFE PADİŞAHIN BU HIRISTİYAN TARİKATINA GİRDİĞİNDEN DE,
HAÇLI GARTER ŞOVELYESİ OLDUĞUNDAN DA HABERLERİ YOKTU.
Batı basını, Osmanlı
borçlarını ödeyebilmek için yabancılara toprak satın alma hakkı tanıyan Sulatan
Abdülaziz’i kadınlarla eğlenip nargile fokurdatırken kapana kıstırılmış olarak
gösteriyordu. Gerçekten kapana kısılmıştı Osmanlı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder